Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın bir hitabet ustası olduğunu inkârdan gelen birinin yapacağı Erdoğan eleştirilerinin çoğu “gol olarak geçerlilik kazanmaz.” Çünkü eleştiride en olmayacak şey, eleştirilenin bariz olumlu özelliklerine ya da eylemlerine de olumsuzluk atfetmektir. Böyle bir şey eleştiri sahibine başta ‘peşin hükümlü’ olmak üzere çok sayıda olumsuz sıfat yükler. Mesela, örneğimizdeki Erdoğan’ın hitabet gücünü teslim etmeyen eleştiri sahibi derhal “Erdoğan’ın yaptığı her şeyi ezberden mahkûm eden müzmin Erdoğan düşmanı” damgası yer ve bu da haklı-yerinde eleştirilerinin ikna gücünü azaltır.
Fakat Erdoğan’ın hitabet gücünü prompter kullanma ya da kullanmama ölçüsüyle değerlendiren, eleştirisini buradan kuran ve ona toplamda daha düşük not veren biri için aynı şeyi söyleyemeyiz. Gerçekten de Erdoğan başı sonu belli, özlemi-yüklemi uyumlu cümle kurmada sorunları olan biri ve prompter kullanmadan yaptığı konuşmalar için ‘kahvehane sohbetlerinden hallice’ demek yanlış olmaz.
Erdoğan, metin yazarları tarafından yazılmamış bu promptersiz konuşmalarında zaman zaman samimiyet krizleri içine giriyor ve muhtemelen metin yazarlarının “Allahım, bu da nereden çıktı” dedirten sözler sarf edebiliyor.
Fakat bu sözleri de ikiye ayırarak incelememiz gerekir: Birinci grupta, onun kitle tabanının dışında yer alanların kanını beynine sıçratsa da destekçilerinin rahatsız olmak bir yana hoşnut kalacağı sözler yer alıyor. Buna mukabil bazı sözleri açıkça kendi tabanını da rahatsız edecek bir muhtevada oluyor.
Duyanda “bunu nasıl söyler” duygusu uyandıran bu ikinci türden sözler hangi saiklerle sarf edilmiş olabilir?
Yazının başlığındaki iddialı ton sizi yanıltmasın, cevabı ben de bilmiyorum. Başlığı, Erdoğan’ın kendi ayağına kurşun mahiyetindeki inanılması güç cümleleri kamuoyu önünde dile getirebilmesinin psikolojik, akli ve duygusal dayanaklarının neler olabileceği üzerine bir düşünce egzersizi ya da yardım çağrısı olarak kabul ediniz.
Yani şu sorunun cevabının peşindeyiz: Erdoğan, ilk bakışta olumsuz karşılanıp tepki çekeceği apaçık gibi görünen bazı cümlelerinin kendisi ve partisi için ‘iyi’ olacağı sonucuna nasıl varmış olabilir? Ya da: Bize tuhaf görünen, ‘bunu nasıl söyler’ dedirten şeyin arkasında nasıl bir rasyonalite var? Var mı?
Önce örnekleri hatırlayalım…
Birinci kategoride Erdoğan’ın kitle tabanının dışında yer alanların kanını beynine sıçratsa da destekçilerinin rahatsız olmak bir yana hoşnut kalacağı sözler, cümleler yer alıyordu… Bu fasılda farklı dönemlerden üç örnek vereceğim.
Başkalarının günahından da sorumlu, çünkü o aynı zamanda “İstanbul’un imamı…”
İlk örnek, Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı döneminden… Seçildikten (1994) sonraki altı ayın muhasebesini yapmak, soruları cevaplandırmak üzere katıldığı televizyon programında İBB Başkanı Erdoğan’a gazeteci olarak bir soru sormuştum. O günlerde, yurtdışında yaşayan bir kadın ressamın belediyeye ait bir salonda sergi açılışı vardı ve belediye yönetimi açılış kokteylinde konuklara alkollü içki sunulmasına izin vermemişti. Erdoğan’a, kendi davetlerinde içki sunmama tercihlerine kimsenin bir şey diyemeyeceğini fakat sırf salonun sahibi diye başkalarının davetinde kendini söz sahibi sayma tavrının tehlikeli bir özgürlük kısıtlaması olduğunu söyledim ve şöyle sordum: “Günah olduğuna inanıyorsunuz, peki neden insanları kendi günahlarıyla baş başa bırakmıyorsunuz?” Cevap şöyle geldi: “Çünkü ben aynı zamanda bu şehrin imamıyım. İnsanların günah işlemesine engel olmak da görevlerim arasındadır.”
‘Milli’ olmayan bildiri dağıtanlar linç edilmeyi hak eder mi?
Bu örnek de başbakanlığının ilk döneminden (2005)… Tutuklu Hükümlü Aileleri Yardımlaşma Derneği (TAYAD) üyeleri cezaevlerindeki siyasi tutukluların durumunu protesto etmek amacıyla hazırladıkları bildirileri Trabzon’da dağıtmak istedi. Yerel TV kanallarının kışkırtmasıyla bildiri dağıtanları bir binada kıstıran saldırgan bir grup, polisin korumaya çalıştığı dört kişinin kendilerine verilmesini talep etti. Açık bir linç girişimiydi bu. Ertesi gün Erdoğan açıkça saldırganlara sahip çıktı, şöyle dedi:
“Trabzon’da olan olaylarda, tabii ki halkımızın hassasiyeti çok ama çok önemli. Halkımızın bu hassasiyetlerini göz önünde bulundurarak herkes kendi tavrını belirlemelidir ve halkımızın bu milli hassasiyetlerine dokunulduğu zaman, şüphesiz ki bunun tepkisi farklı olacaktır.”
Bu olay günümüzde yaşansaydı, bugünkü Erdoğan’ın böyle bir tepki vermesi çok şaşırtıcı olmazdı. Fakat 2005’teki Erdoğan çok farklıydı, o nedenle birçok kişi çok şaşırdı. Şaşıranlardan biri de Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Başkanı Bülent Arınç’tı. Arınç sadece şaşırmadı, başbakanın tam tersi bir içerikte konuştu: “Dört kişi bildiri dağıtmak istiyor, izin verilmiyor, olay çıkıyor. Bu nasıl özgürlük?”
Apaçık bir ahlak polisliği: “Kızlı-erkekli olmaz”
3 Kasım 2013’te Kızılcahamam’da basına kapalı olarak yapılan AK Parti toplantısında, Başbakan Erdoğan bazı evleri öğrencilerin kızlı-erkekli olarak kiraladıklarını ve buna müsaade etmeyeceklerini söyledi.
Bu, apaçık bir ahlak polisliğiydi. İtiraz yine o sırada hükümet sözcüsü olan Bülent Arınç’tan geldi:
“Şimdi ev sahibi kiraya vermişse, tutacak insanlar da gelmiş tutmuşsa bunu önleyecek bir engel yok AB normlarında. (…) İyi veya kötü, doğru veya yanlış şimdi bizim standardımız artık bu noktaya geldi. Bu noktadan geriye dönüşü uygun görüyor muyuz? Herhalde görmüyoruz.”
Dediğim gibi, bunlar, toplumun yarısından tepki görse de yarısının kabul edebileceği şeyler. Dolayısıyla telaffuzları fazla riskli değil. Fakat bir başka kategori var ki orada sadece toplumun bir kesimi değil Erdoğan’ın kendi kitle tabanının da rahatsız olacağı apaçık. İzahı zor olanlar da zaten bu kategoride yer alıyor. Onlardan da üç örnek vereyim, üçü de çok taze ve son bir yıldan… Herkesin hatırladığına emin olduğum için bu kategoriden örnekleri sadece haber özetleriyle sıralayacağım:
Birinci örnek: AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 6 Şubat Kahramanmaraş merkezli depremlerin birinci yıldönümünde “Merkezi yönetimle yerel yönetim el ele vermezse, dayanışma halinde olmazsa o şehre herhangi bir şey gelmez. Hatay’a geldi mi? Şu anda Hatay garip kaldı” diye konuştu. (Erdoğan “ya bize oy verirsiniz ya da ‘garip’ kalırsınız” mealindeki sözlerini daha sonra Çanakkale ve Tekirdağ’da da tekrarladı.)
İkinci örnek: Cumhurbaşkanı Erdoğan: En düşük emekli maaşı 10 bin TL olacak, 2024’ü Emekliler Yılı ilan ediyoruz. (BBC, taşıdığı ironinin hakkını verecek biçimde haberi böyle sundu.)
Üçüncü örnek: Cumhurbaşkanı Erdoğan Malazgirt Zaferi’nin anma etkinliklerinde yaptığı konuşmada (…) “Yokluk ve yoksullukların olduğu o eski günler artık bir daha gelmemek üzere tamamen geride kalmıştır” ifadelerini kullandı.
Bunları duyunca neden hayret ettiğimizi uzun uzun anlatmaya gerek yok sanırım. O açık da bu tuhaf cümleler nasıl böyle kuruluyor sorusunun cevabı açık değil. Hakikaten, nasıl oluyor da ülke bu haldeyken yönetimin en tepesinde oturan kişi böyle cümleler kurabiliyor? Şuursuzluk mu, gaf mı, samimiyet krizi mi? Yoksa bu topluma dair hiçbirimizin bilmediği bir şey var, biz anlayamıyoruz fakat bu sözlerin sahibi o ‘şey’i bildiği için bütün bu cümlelerin kendisine bir zarar getirmeyeceğini hesaplıyor ve serâzâd konuşabiliyor?